Yanaklarımdaki kırmızı izleri iki günde iyileşmiş olsa da o pazar
günkü pikniğin hatırası aklımdan çıkmayacak sanırım hiç.
Erasmus maceramın ilk yolculuğunu yaptım Fransa’nın güneyine. Hemen
Nice, Cannes gelir aklınıza ama biraz daha kırmızı biraz daha şarapsı
düşünelim: Bordeaux. TGV’ye atlayıp 3buçuk saatte Paris’ten Bordo’ya ulaştım
çok çok özlediğim bi arkadaşıma sarılmak heyecanıyla.
Hava sıcacık, Bordo çok güzeldi. Paris’e kıyasla oldukça küçük, yine
de Fransa için büyük bi şehir. İnsanı sıcak, havası hem ferah hem de içinden
geçen La Garonne sayesinde nemli ve yumuşaktı. Haliyle İstanbul’dan bi hayli
küçüktü. Ama yanlış anlaşılmasın. Bi şehrin daha büyük olması onu daha güzel
yapmıyor benim için. İstanbul’u severim ama stressiz yaşamayı daha çok.
Bordo’ya giderken Bordo’dan umduğumu gerçekten de Bordo’da bulmuş oldum.
Her sokağını gezdim, her binasını, mahallesini dikkatle inceledim.
Güzeldi çok, yaşanasıydı. Bisikletlerle, sakin sakin yürüyen insanlarla
doluydu. Nüfus toplamda azdı belki ama sokaklar hep canlıydı. Baharın da etkisi
vardı elbet ama ben yine de bu canlılığı güneyin sıcaklığına, güneylinin
durmadan akan kanına, hareketliliğine bağladım. Rue Sainte Catherine, Cours
Victor Hugo, Place de la Victoire, Place de la Bourse hatırlanacak yerler,
sokaklar, mekanlar. Ama asıl hatırlanacak 3 detay var aklımda.
İlki pazarları kurulan ve dolup taşan şehir pazarı Marché des
Capucins. Peynirden istiridyeye her şeyin
tezgahını bulabileceğiniz tatlı mı tatlı büyükçe bir pazar alanıydı burası.
Kendince yaptığı lahmacunları, börekleri satan orta yaşlı bi teyze bile vardı
pazarda. Her pazar günü şehir sakinleri alışverişe buraya gelir demişlerdi.
Gerçekten de genciyle yaşlısıyla tıklım tıklımdı. Ben de gelmişken Bordeaux'nun ünlü 'canelé'lerinden
tatmayı ihmat etmedim tabii.
Aklımdaki ikinci detay Saint Michel'deki bit pazarıydı. Eski püskü
eşyalar, kıyafetler, antika kitaplar, tablolar... Pekçok şeyi pek ucuza -tabii
biraz eski- bulmak mümkündü. Eski koltuklar, tabak çanaklar... Bordo'da
bisikletiniz çalındığında gelip bakmanız
gereken ilk yer de burasıymış. Bikaç gün önce çalınan bisikletini gelip burada
bulan, hatta para verip tekrar satın alan çok olurmuş. Komik ama gerçek, değil
mi?
Bordeaux'dan en unutulmaz anım yine tadı damağımda kalan piknikti.
Elimizde pazardan alınmış peynirler, meyveler, 'canelé'ler Jardin Public yolunu
tutup kendimize hayattan bi pazar çaldık. Çimlere yatıp saatlerce havadan
sudan, kuştan böcekten konuştuk. Biz konuştukça park güzelleşti, çimler
yeşilleşti. Bisikletlerine atlayıp keyfimizi paylaşmaya gelen diğer dostlarla
da ortam daha da güzelleşti, zaman aktı gitti. Çimlere sırtüstü uzanıp
gözlerimi kapatıp güneşe karşı dalıp gitmişken de kendimi ve 'biz'i sorgulamaya
başladım. Düşündüm düşündüm, düşündükçe bilemedim bulamadım. Belki siz bana
yardım edersiniz. Biz neden çıkarmıyoruz çimlerimizin keyfini bu denli? Piknik
sadece mangalı arabanın arkasına attığımız aile vakitlerinden mi ibaret olmalı?
Meyve suyumuzu sandviçimizi alıp biz de atsak ya kendimizi parklara gençken,
gencecikken, plastik topun peşinde koşmaya hala enerjimiz varken, istop
oynamayı unutmamışken...
Zaman su olup aktıkça benim de yüzüm güneş ışıklarına fazla maruz
kalmış meğer. Bikaç gün nemlendirici kremlerle gezmem gerekti ama çektiğim her
kızarıklığa değdi. Bordo'ya, güneşine, sohbetine değdi. Pikniğin, çimin,
gençliğin değerini anlamaya değdi.
'Ô le soleil!'