16 Aralık 2016 Cuma

Mutlu Şekillere



Bir blog yazmaya başlarken kendinize söz verirsiniz: "Asla olumsuz olmayacağım!" Peki ama hayatta bu ne kadar mümkün?

Pek karamsar olduğum söylenemez sanırım. Ama bazen hayat uzun bir keyifsizlik çizgisi ve onun üstüne oturtulmuş mutluluk noktalarından ibaretmiş gibi geliyor. Sabit bir mutsuzluk var nedense. Bu mutluluk noktalarında kahkahalar duyuluyor, keyif alınıyor yaşamaktan, var olmaktan. Nokta biter bitmez olağan, alışılagelmiş çizgiye dönülüyor yine.

Çocukken yaptığı boyamaları, alıştırmaları unutmazmış insan. Benim en sevdiklerimdendi nokta birleştirmek. O dağınık noktalar bazen bir aslana, bazen bir kurbağaya, bazense kocaman bir gülümsemeye dönüşürdü. Hayattaki mutluluk noktaları da böyle. Birleştirince bazen kocaman bir kalp, bazen kocaman bir gülümseme, bazense küçük küçük mutluluk şekillerine dönüşüyorlar. İşte tüm bu şekiller hayatımızı sıradanlık ritminde güzelleştirenler. Şekiller büyüdükçe ilişkiler büyüyor güzelleşiyor. 'Hayat' güzelleşiyor. İnsan karnını doyurmakla yetinmiyor, hep aç olan kalbini de beslemek istiyor kalbin en güzel besiniyle; mutlulukla.

Savaşmamız gereken tam olarak düz çizgimizdeki sabit mutsuzluk seviyesi sanırım. Sıradana dönünce yüzümüzdeki gülümseme neden kayboluyor? Neden her sabah gülümseyerek uyanmıyoruz da gülümseyerek uyanmak için hep bir nedene ihtiyaç duyuyoruz?

Aslında hayatın tutunulacak pek çok yanı var; olay en güzellerini seçebilmekte. Hem hayatımızı hem kalbimizi güzelleştirebilmekte. Olay hayattaki mutluluk noktalarını çoğaltmakta. Birleştirdiğimiz şekillerin bir araya gelince kocaman mutlu bir tablo oluşturmasını sağlayabilmekte. Kocaman gülümsemelerle dolu bir tablo...

Özellikle İstanbul temposunda doğal ritmini kaybedip bambaşka bir ritme kapılmış hayatlarımızda mutsuz ve karamsar olmak için çok neden bulabiliriz. Ama bulmayalım; bulmamayı deneyelim. Ne kaybederiz ki sanki?

Oysa biraz mutluluk kazanmak hiç fena olmazdı.



'De la joie dans la vie? Vous n'en voulez pas?'




25 Ekim 2015 Pazar

Sonbahar'a Övgü




Bi yaprak düştü önce.
Sonra bi yaprak daha, birbiri ardına.

Bikaç damla gözyaşı düştü; adına yağmur dediler.
Yağdıkça yağdı, durmadı. Etraf ıslandı; şeyler ıslandı, insan ıslandı.  

Adına sonbahar dediler.
Son yaprağa kadar hepsi düşer dediler. Hava soğur, insan ıslanır dediler.

Son yaprak düştü, insan üşüdü, insan ıslandı.

İnsan ağladı. Gökyüzü ağladı. Yapraklar ağladı.
İnsan sonbaharın sessizliğine ağladı; sensizliğine ağladı.
İnsan gün geldi düşen yaprağa bile ağladı.

Kış geldi, yaz geldi; seneler gitti geldi.
Sonbahar hep son bahardı, sen hep aynı son bahardın.




'Joyeux automne'   



5 Haziran 2015 Cuma

Yeni Işıklı Yollara


Hava karanlıktı, gece yaklaşıyordu. Gözlerimi dikip karşımda karanlığa bürünen şehrin manzarasını izledim. Yanan ışıklara baktım, aynı ışıklarda gözlerimdeki sorulara cevap aradım. Işıklar hiçbirini cevaplayamazdı, benimle konuşamazlardı. Biliyordum, ama hissedemiyordum. Sadece cevap istiyordum, artık bilmek, önceden bilmek istiyordum.

Yine bir hikaye bitip yerini yenilerine bırakıyordu. Bellki daha güzel belki daha acılarına. Hep yeni bir şey için yer açıyor hayat. Bi öyküyü bitirip diğerini yazmaya koyuluyor. Kaleminin ucu sıcak, hissedebiliyorum. Yeni bir hikaye yazacak bana, görmek istiyorum. Bilmek istiyorum. Işıklara bakıyorum, ışıklara soruyorum, arıyorum. Ben baktıkça ışıklar büyüyor, onlar büyüdükçe benim sorularım. Neler gizli bu yeni hikayede?

Güzel bi erasmus dönemi, sıcak yeni arkadaşlıklar, gezilip görülen yeni şehirler, ülkeler derken yorulmuşum. Tüm o yorgunluk da o gece inmiş gözlerime. Sorularla dolu bu yorgunluk son aylardaki hikayenin bittiğini hissedişimden. Şimdi nereye? Dümeni nereye kırarsan diyo kalbimdeki kaptan. Hep en uzağa, en güzele kırmak istiyorum. Yolum güzelliklere çıksın istiyorum; güzel yerlere ve güzel insanlara. Öyle de oluyor gerçekten, kalpten isteyince, biliyorum. O yorgun aklımı değil hiç yorulmayan kalbimi dinledikçe en güzel yolu hep buluyorum ben zaten. Yollar güzel oldukça günlerim, günlerim güzel oldukça kalbim güzelleşiyor. Mutlu oluyorum. Mutlu.

Hırvatistan kıyılarının güzel şehri Split'i karanlıkta son kez izleyebildiğim bu gecede yeni yolculuklar için hayaller kuruyorum. Ertesi sabah 7de atladığım Saraybosna otobüsüyle de Bosna Hersek yolculuğuna çıkıyorum. Yeni duraklar, yeni anılar ve yeni gülümsemeler için. Zaten her şey küçücük bi gülümseme için. Bu hayatta her şey gülümsemek, gülümseyebilmek, gülümsetebilmek için.




'Adieu!'



30 Nisan 2015 Perşembe

Başı ve Sonu



Saat 17 sularında biten dersin ardından sınıftan hocayla çıkmışım. Kaç dakika yürüdük, Avrupa Birliği ve Türkiye hakkında neler anlattı, neler saydı tam hatırlayamıyorum. Ama bugünün Erasmus'umun son günü olduğunu fark ettiğimde bir köşebaşında durmuş hala konuşuyorduk. Ne manidar değil mi, bir köşebaşı? Yolumun Paris'e düşmesi, bu hocanın dersini almaya karar verişim, onunla ilk tanışmam ve son kez vedalaşmamız; hepsi bir köşebaşında başladı, bir köşebaşında bitti. Yollarımızın, hayatlarımızın birkaç aylığına kesiştiği bir köşe başında...

Evet bugün SciencesPo'nun kapısından son kez çıkmışım. Hiç fark etmedim ne ara çıktım, ne ara uzaklaştım binadan, ne hızlı geçti bugün ve bunun gibi pekçok gün. Veda ettim bugün pekçok yeni arkadaşıma. Kütüphaneye son kez girdim, son kez son paper'larımı hazırlamak adına kitaplar ödünç aldım. Son adımlarımı attım bahçede, son kez bizim kantinin klasikleşmiş sandviçlerinden yedim, kahvesinden içtim. Belki bi gün gelirim yine, kim bilir? Ama şimdilik, bi sürelik, bi molalık her şey son kezdi.

Şimdi bu yazıyı okuyan bazı kişiler benim Erasmus'a gelmek üzere onlara veda ettiğim güne döndü, biliyorum. 'Ne çabuk geçti, daha geçenlerde paylaşmıştı ilk fotoğrafını sanki' diyeceksiniz, onu da biliyorum. Çok çabuk geçti, haklısınız. Ben yaşadım, her anını her saniyesini. Upuzun bi 3buçuk ay vadesiydi ömrümün. Ama öyle kısa geldi ki. Neşesi hüznü onlar ayrı. Ama hayat hızlı geçiyor be insan. sadece 50sini devirenlere yakışmıyormuş bu laf. Daha 20lerimizdeyken yapıştı ağzımıza baksana. Yapışsın, bize de yakışır. Farkında olur, her anımızın tadını çıkarırsak hızlı da geçse yakışır bize bu ömür.

50'me kadar beklemektense 20'de fark etmem hoşuma da gitti aslında. 30 sene kurtardık desenize. Şimdi keyif vakti; mutluluğa, güzelliğe doymaya çabalamanın, doya doya yaşayabilmenin vakti.




'Et voilà!'


24 Nisan 2015 Cuma

Pikniklerce



Yanaklarımdaki kırmızı izleri iki günde iyileşmiş olsa da o pazar günkü pikniğin hatırası aklımdan çıkmayacak sanırım hiç.

Erasmus maceramın ilk yolculuğunu yaptım Fransa’nın güneyine. Hemen Nice, Cannes gelir aklınıza ama biraz daha kırmızı biraz daha şarapsı düşünelim: Bordeaux. TGV’ye atlayıp 3buçuk saatte Paris’ten Bordo’ya ulaştım çok çok özlediğim bi arkadaşıma sarılmak heyecanıyla. 

Hava sıcacık, Bordo çok güzeldi. Paris’e kıyasla oldukça küçük, yine de Fransa için büyük bi şehir. İnsanı sıcak, havası hem ferah hem de içinden geçen La Garonne sayesinde nemli ve yumuşaktı. Haliyle İstanbul’dan bi hayli küçüktü. Ama yanlış anlaşılmasın. Bi şehrin daha büyük olması onu daha güzel yapmıyor benim için. İstanbul’u severim ama stressiz yaşamayı daha çok. Bordo’ya giderken Bordo’dan umduğumu gerçekten de Bordo’da bulmuş oldum.

Her sokağını gezdim, her binasını, mahallesini dikkatle inceledim. Güzeldi çok, yaşanasıydı. Bisikletlerle, sakin sakin yürüyen insanlarla doluydu. Nüfus toplamda azdı belki ama sokaklar hep canlıydı. Baharın da etkisi vardı elbet ama ben yine de bu canlılığı güneyin sıcaklığına, güneylinin durmadan akan kanına, hareketliliğine bağladım. Rue Sainte Catherine, Cours Victor Hugo, Place de la Victoire, Place de la Bourse hatırlanacak yerler, sokaklar, mekanlar. Ama asıl hatırlanacak 3 detay var aklımda.

İlki pazarları kurulan ve dolup taşan şehir pazarı Marché des Capucins.  Peynirden istiridyeye her şeyin tezgahını bulabileceğiniz tatlı mı tatlı büyükçe bir pazar alanıydı burası. Kendince yaptığı lahmacunları, börekleri satan orta yaşlı bi teyze bile vardı pazarda. Her pazar günü şehir sakinleri alışverişe buraya gelir demişlerdi. Gerçekten de genciyle yaşlısıyla tıklım tıklımdı. Ben de  gelmişken Bordeaux'nun ünlü 'canelé'lerinden tatmayı ihmat etmedim tabii.

Aklımdaki ikinci detay Saint Michel'deki bit pazarıydı. Eski püskü eşyalar, kıyafetler, antika kitaplar, tablolar... Pekçok şeyi pek ucuza -tabii biraz eski- bulmak mümkündü. Eski koltuklar, tabak çanaklar... Bordo'da bisikletiniz çalındığında  gelip bakmanız gereken ilk yer de burasıymış. Bikaç gün önce çalınan bisikletini gelip burada bulan, hatta para verip tekrar satın alan çok olurmuş. Komik ama gerçek, değil mi?

Bordeaux'dan en unutulmaz anım yine tadı damağımda kalan piknikti. Elimizde pazardan alınmış peynirler, meyveler, 'canelé'ler Jardin Public yolunu tutup kendimize hayattan bi pazar çaldık. Çimlere yatıp saatlerce havadan sudan, kuştan böcekten konuştuk. Biz konuştukça park güzelleşti, çimler yeşilleşti. Bisikletlerine atlayıp keyfimizi paylaşmaya gelen diğer dostlarla da ortam daha da güzelleşti, zaman aktı gitti. Çimlere sırtüstü uzanıp gözlerimi kapatıp güneşe karşı dalıp gitmişken de kendimi ve 'biz'i sorgulamaya başladım. Düşündüm düşündüm, düşündükçe bilemedim bulamadım. Belki siz bana yardım edersiniz. Biz neden çıkarmıyoruz çimlerimizin keyfini bu denli? Piknik sadece mangalı arabanın arkasına attığımız aile vakitlerinden mi ibaret olmalı? Meyve suyumuzu sandviçimizi alıp biz de atsak ya kendimizi parklara gençken, gencecikken, plastik topun peşinde koşmaya hala enerjimiz varken, istop oynamayı unutmamışken...

Zaman su olup aktıkça benim de yüzüm güneş ışıklarına fazla maruz kalmış meğer. Bikaç gün nemlendirici kremlerle gezmem gerekti ama çektiğim her kızarıklığa değdi. Bordo'ya, güneşine, sohbetine değdi. Pikniğin, çimin, gençliğin değerini anlamaya değdi.




'Ô le soleil!'